top of page

Türkiyelilik Almanyalılık

  • Yazarın fotoğrafı:  erkan kurukavak
    erkan kurukavak
  • 28 Ağu
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 29 Ağu

Almanyalılık  gerçekten tuhaf bir kavram. Neredeyse hiç kullanılmıyor. Ama yaygın olarak  kullanılmaması onun varlıksal (ontolojik) veya  dil bilimsel (lengüistik) bir olgu olarak yanlış olduğu anlamına gelmez.

 

Türkiyelilik, daha doğrusu Türkiyeli olmak, hiç bir tuhaflık göstermediği halde, son dönemlerde milliyetçi çevrelerde yarattığı izdiham nezdinde, tüm varlıksal ve dil bilimsel doğruluğuna rahmen şiddetli bir dirençle karşılaşıyor.

 

Halbuki Almanyalılık kavramı da sanıldığı gibi daha nadir kullanılmamaktadır, bu sadece Türkiyeli kavramını milliyetçi kaygılardan dolayı red eden çevrelerin bunu kabul edenlere karşı kullandığı bir demogojiden ibarettir. Onlar kendilerini haklı çıkarmak için,  Almanların da kendilerine Almanyalıyım değil Almanım dediğini öne sürmektedirler ama bu hem doğrudur hem de yanlıştır.

 

Yanlıştır çünkü  en saf kan Alman bile sadece etnik kökenine vurgu yapmak için Almanım der. Ülkesine veya devletine vurgu yapmak için Almanyalıyım demez ama bunun lengüistik bir sebebi vardır çünkü Almancada insanlara “nerelisin” (Almancada böyle bir cümle kalıbı yoktur) diye  değil, “nereden geliyorsun” (Woher kommst du?) diye sorulur. Cevap olarak da haliyle Türkiye’den, İngiltere’den, Yunanistan’dan, Almanya’dan  geliyorum diye cevap verilir.  Ama bu soru Türkiye’de bir Almana sorulduğunda, o da ben Almanyalıyım demez, Almanya’dan geliyorum (Ich komme aus Deutschland) der ve bu da geldiği ülkesine, devletine işaret eder. Sadece etnik kimliğine vurgu yapmak için Alman kendisine Almanım diyebilir ama Almanlar Alman olduklarını her yerde (mesela Fransa’da) rahatça söyleyemezler çünkü Fransızlar  Alman işgalinden dolayı Almanları pek sevmezler.

 

Almanyalıyım kavramı doğrudur, çünkü bu kavram Türk dil kalıbıyla uyum içerisindedir, “nerelisin?” sorusuna cevap verir. Bir insanın Alman olmasa da ülke ve devlet olarak nereli olduğuna işaret eder. “Almanyalı Türk oyuncular”, “Almanyalı yârim”, “Almanyalı ünlüler”, “Almanyalı kaleciler” gibi sayısız örnek Türk medyası tarafından “Almanyalı ama Türk” vurgusu yapmak için Türk milliyetçiliği adına sıkça kullanılır. Türklerin gurur kaynağı mesut Özil örneğin, Almanyalı Türk futbolcusudur. Almanya’ya olan vatandaşlık bağından dolayı Alman milli takımını tercih etmiştir ama o bir türk milliyetçisi ve Erdoğan hayranıdır. Alman vatandaşı olması ve Alman milli takımında oynaması onun Alman olduğunu göstermez.

 

Alman’a  Alman denmesinin bir mahsuru yok ama uyruk- etnik köken/ülke-devlet ikileminde başka çarpıcı bir örnek de, sonradan Alman vatandaşı olmuş Türk,Kürt,İtalyan,Yunan insanlarına da “Ben Almanım” dedirtemeyeceğinizdir.  Çünkü onlar etnik olarak Alman olmadıklarını bilirler ve  kendilerine “Alman vatandaşıyım” derler. Hadi bu varsayımların hepisinin üzerini çizelim ve uyruğu Türk olan bir Alman vatandaşının kendisine “Ben Almanım” dediğini varsayalım, ki böyle vakalar az da olsa  vardır, bu sefer Almanların sizi Alman olarak kabul etmeyeceğini görürsünüz.

 

Bunun sebebi, tüm saçmalığına rağmen, Almanların kan ve soy bağına dayalı ırkçılar olduğudur.  Kısacası, Alman olmak bir uyruğa, etnik kökene ve bir “ırka” işaret ederken, Almanyalı olmak  vatandaşı olduğu ülkeye, devlete işaret etmektedir.  Ama bu iki kavram arasında, ülkeler bazında büyük bir tezat ve çeliki varmış gibi görünür.  Bir Alman,  Almanyalı Türk’ü  Alman yapmamak için  gayret ederken, Türkiyeli bir Türk bir Kürt’ü Türk yapmaya zorlamaktadır. Türkler aradaki bu izafi farktan ötürü  ırkçı (kafa tasçı) olmadıklarını kanıtlamaya çalışmaktadır ama bu aslında ırkçılığın sadece hastalıklı değişik iki biçimidir. Bir tür üstünlük kompleksinden dolayı, birisi sen Alman olamazsın derken, diğeri sen Kürt olamazsın diyor.

 

Peki bu tarihsel, varlıksal, dil bilimsel-  hadi biz buna sosyoloji, etnoloji, politoloji bilimlerini de katalım- gerçekliğe rağmen (yanlış yok)  Türkiyelilik mevzu olduğunda, bu neden sorun yaratıyor,  tartışılamıyor, tartışılması engellenmeye çalışılıyor?  Türkiye’yi ve Türkü  bu çok özel yapan şey nedir? Onların ideolojik ırkçılığı ve bunun ortaya koyduğu milliyetçi Jargon. Hak geçmeyelim, Türkler kana, soya dayalı bir toplumsal aidiyet içerisinde (genellikle) değiller belki ama onlar ideolojik bir kurnazlıkla herkesi Türk yaparlar ve bundan sonra herkese haftada en az bir kere Türklük üzerine ant içirirler. Buna itaraz edenleri bok çukurlarına, kuyulara atarlar, beyaz Toros’lara doldururlar, ülkeyi kan revan içerisinde bırakırlar. Türkçe konuşamayanları sadece horlamazlar; okulda, kışlada, yaşamın neredeyse her alanında onlara karşı derin bir zorbalığa girişirler. Bu zorbalık “Vatandaş Türkçe Konuş” kampayasıyla taa 1930’lara kadar gider.

 

Bu sıradan bir tartışma değildir. Bu tartışmanın, son olarak “Milli Dayanışma, kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” olarak adlandırılan yeni “Süreç”le birlikte bir daha alevlendiği dikkate alınırsa, bunun  Kürt’ü bir daha Kürt yapmamak;  onu Türklere bir daha  boyun eğdirmekle ilgisi olduğunu düşünebiliriz   ama bunun da tek başına kimseye faydası olmaz çünkü tartışmayı kısır bir döngüye, oldukça ilkel bir zemine çekerek daha da anlaşılmaz kılabiliriz.

 

Daha gerçekçi ve daha cesaretli olmak gerekiyor.

 

Bu tartışmayı yürüten herkes, farkında olarak veya olmayarak, aslında devleti ve onun temel değerlerini, yani “Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü”nü ve onun temel ilkelerini tartışıyor. Ama bu tartışmanın kendisi, yine anayasal bir yaptırım olarak, zaten yasaklanmıştır. Anayasa’nın 4. Maddesi böyle bir tartışmayı  olanaksız kılmaktadır. Bırakın değiştirmeyi, Anayasa’yı tartışamayacağınıza bile göre devletin yapısını da, dolayısıyla Erdoğan’ı Erdoğan yapan devleti de tartışamayacaksınız demektir. Türkiyeliliği engellemeye çalışanların asıl hedefi budur. Onlar bu antidemokratik, oligarjik devletin temeli olan,  darbe Anayasasına dokundurtmak istememektedirler esasen.

 

Halbuki kısa bir süre öncesine kadar 12 Eylül cunta Anayasasının değişmesinde herkes hemfikirdi. TİP’li başkan Erkan Baş bile “süreç”le birlikte  “Konu Anayasa değişikliğiyse, biz yokuz” dediğine göre durum gerçekten vahimdir. Erdoğan da Kürt’ü Kürt yapmamak için mevcut Anayasa’yı adamakıllı kullanmış, onun sayesinde tek adam rejimini pekiştirmişti ama aynı Anayasa şimdi de Erdoğan’ı durdurucakmış sanılıyor, Erdoğan’a (ve Bahçeli’ye) karşı kalkan yapılmak isteniyor. Erdoğan’ın karşısında olanlar, tartışmayı Erdoğan ve Bahçeli’nin insiyatifinden kurtarıp daha demokratik, özgürlükçü ve yapıcı bir zemine çekeceklerine, onun çok daha gerilerine düşüp ilkel milliyetçiliğin ve siyasi islamın  pençesine düşüyorlar.

 

Bu çelişkiyi anlayabilmek için devletin, Cumhuriyet’in temel ilke- değer ve yargılarına ve onların topluma empoze edilmiş, değiştirilmesi teklif bile edilemez  bu milleyetçi jargonuna bakmak gerekiyor.

 

Anayasa’nı 66. Maddesi vatandaşlık bağı üzerinden herkesi Türk yaptıktan sonra, onların kişisel, toplumsal hak ve hürriyetlerini tanımlıyor.  Bundan sonra, Anayasa maddeleri “Yasama yetkisi Türk Milleti adına...” (Madde 7),  “Yargı yetkisi Türk Milleti adına...”(Madde 9) yapılır diye belirleniyor. Anayasa, kişisel hak ve hürriyetlleri yer yer herkes adına düzenlemeye çalışıyor ama (Madde 12,17,19,20,...) bu uzun sürmüyor, en geç 70. Maddeyle “Herkes” bir daha Türk yapılıyor ve anayasa dili “Her Türk...” diye devam ediyor. “Herkes” ve “Her Türk” kavramları ontolojik olarak hiç bir çelişki yaratmıyor. Türk toplumu da devletin kendilerine verdiği yetki ve oteriteyle “Herkesi” zorla Türk yapmaya kalkıyor, jargonunu buna göre belirliyor. Bu milli jargon İstiklal Marşı’na, Andımız’a; Türk’ün kahramanlaştırıldığı, Türk olmayan her şeyin değersizleştirildiği her şeyde ifadesini buluyor.

 

Ama bunu sadece Türklükle açıklamak haksızlık olur. Bu jargonun esas sahibi her türlü oteriterliği, herkesin haddini bildirmeyi  kendisine görev edinmiş, olmayan şeyleri oluyormuş gibi gösteren, olmakta olanları da inkar eden sahtekar muhafazakarlıktır.

 

Adorno “Sahicilik Jargonu” adlı eserinde kendisini Almanya’da  “sahiciler” olarak tanımlayan bir grup üzerinden, onlara “entelektüalizm karşıtı entelektüeller” atfında bulunup bu konuyu işler. Adorno’ya göre, eksantirik kavram dünyasıyla tanınan filozof Heidegger, bu “sahicilik” kavramını felsefi bir terim olarak kullanmış,  “Dasein” (Oradalık), “Hiersein” (Buradalık) “Jetztsein” (Şimdi) gibi kavramları  toplumun somut durumunu meşrulaştırmak ve onaylatmak için gelişmiştir. Heidegger’e göre önemli olan varlığın otantik halidir; Oradalıktır, Buradalıktır, Şimdiliktir. Bu varaoluşun tarzları, “Dünya içinde olmak”, “El altında olmak”, “Mevcut olmak”, “Ötekilerle birlikte olmak”, “Hergünkülük” vs. şeklindedir. Bu, Hergünkülükle, şimdileşmekle Varlığı değiştirmek olarak da anlaşılabilir. Varlık mevcut olanla (Das Seiende) ile birlikte ancak düşünülebilirdi.

ree

 

“Sahicilerde düşünce belirli bir içerik kazanmadan önce bu dilin kalıbına dökülür ve böylece tam da tabi olma hedefine başkaldırma niyetinde olduğu yerde, bu hedefe uyum sağlar hale gelir. Mutlağın otoritesi, mutlaklaştırılmış oterite tarafından alaşağı edilir. Faşizm bir komploydu ama sadece komplo değildi; muazzam bir toplumsal gelişim sürecinde yeşerdi. Dil (Jargon) faşizme bir sığınak sağladı; için için yanan kötücüllük bir sığınakta kendini kurtuluşun ta kendisiymiş gibi ifade etti.” (Adorno, Sahicilik Jargonu).

 

Gerçek sebebini tam olarak bilemeyiz ama Heidegger’in neden 1933 yılından 1945 yılına kadar Nazi Partisi NSDAP’ye üye olduğunu bununla anlayabiliriz.  Yani Naziler Şimdi ve Buradaysa,  Mevcut durumda Onlarla Birlikte Hergünkülüğe ters düşmeden, bu Hitler de olsa, Varlığı değiştirmek  için Orada olmak lazımdır. Kendisine sempati duyan Hitler’in Berlin’e davetini Heidegger red etmiştir ama bu seferde, Ah ah köy havası gibisi var mı, en gerçek en temiz en saf haliyle köyüm de köyüm (Dasein olarak köy) diye tutturmuş bu daveti red etmiştir. (Benim abartmam). Burada devreye sokulan Varlık sürekli olarak “orada olanın”, “şimdi olanın” değişmez varlığı ve onun pekiştirilmesidir ki  Varlık ancak onunla tasavvur edilebilir.

 

Bu çok masum görünen Heideggerci  felsefeyle, Varlığın her türlü potansiyeli, kendisini ayrı bir varlık olarak gerçekleştirme olasılığı aslında engellenir, hakikat görünmez kılınır. Toplumsal varlık hakikattan uzaklaştırılır, her türlü nesnellik demogajiye, manuplasyona feda edilir. Nesne özünden koparılıp ideolojiye boyun eğdirilir.

 

Jargonun sözcüklerinin, ifade ettiklerinden daha yüce bir şey söylüyormuş izlemini bırakmasını, Adorno, “Aura” terimiyle açıklar: “Sahicilik jargonunun sloganları, ilahi bir içeriğe sahip olmadıkları halde ilahi sayılan donuk sızıntılar olarak Aura’nın çözülüşünden arta kalanlardır.” (Sahicilik Jargonu, s. 14)

 

Milliyetçi jargon da bunu yaparken; olmayan şeyleri oluyormuş gibi gösterirken, birbirine zıt, oksimoron kavramlar bir arada kullanmaktan çekinmez:  Millet,  Soma maden kazasında tekmelenir, Çorlu tren kazasında tartaklanır, zeytinliklerini, derelerini, göllerini savunurken yerlerde sürüklenir ama onlar yine de “Yüce Türk Milleti”dir. Köylü, horlanır, hakir görülür, şehirli burjuvalara yem edilir ama o yine de “Milletin Efendisi”dir. Anayasal olarak güya güvenlik altına alınmış kişi hak ve Hürriyeti; fikir özgürlüğü yalanı bir çırpıda yine anayasal olarak yok edilir, oligarjik devletin sopası 15. Madde gözünüze sokulur: “Savaş, seferbelik (...) veya olağanüstü hallerde (...) durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngürülen güvencelere karşı tedbirler alınabilir.” diye herkesin haddi bildirilir.

 

Erdoğan’ın kontröllü darbesinde olduğu gibi, toplumsal herhangi bir durum olağanüstü görülüp, pekala bir darbeyle sonuçlanabilir ama kanunun kestiği parmak acımaz da. Kendine laik demokrat diyenler acılar içerisinde kıvranır ama  sesleri kesilmiştir artık, ölçüsüz konuşanlar iktidarın tehditi altındadır . Başka bir biçimde ifade etmek gerekirse, “olağanüstü bir süreçten geçiyoruz, etrafımız ateş sarmalı” denerek, hükümet pekala bir savaş durumu varmış gibi gösterip temel hak ve hürriyetler, yani seçme ve seçilme hakkı, bir anda iptal edilip bir diktatörlüğe geçilebilir. Tabi ki hep “Yüce Türk Milleti” adına. Giderek daha da olağanüstüleşen sürece göre, kayyumlara razıyken, belediye başkanları, iktidara muhalefet edenler, yine Yüce Türk Milleti adına hapislere tıkılır.

 

“Devletin Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü” bilhassa onu savunanlar tarafından  lime lime edilmişken; Milletin vehameti ortada, insanlar korku içerisindeyken, yine bir oksirom ve buyruk olarak “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak!” diyerek, milliyetçi ve islamist kesimlerin cenderesi altında aslında işi çoktan bitirilmiş Cumhuriyet, sanki öyle değilmiş gibi gösterilir.

 

Sahicilik jargonu, olmayan şeyleri oluyormuş gibi gösterirken, günbegün televizyonlara çıkarılan seküler imamlar aracılığıyla kandırılmış toplum, yarı mitsel yarı batıl inanç biçiminde  bir “mış”lar, “miş”ler alemine götürülür. En basit demokratik talepler bölücülük”müş” gibi gösterilir. Yolsuzluk, rüşvet, rant, sanki hiç yok”muş” da, bu sadece muhalefetin belediye başkanlarına has”mış” gibi anlatılır. Kendi diplması sanki gerçek”miş” de, sadece rakibininki sahtey”miş” gibi gösterilir. Ve toplumun yarısı “Oradalığa” diğer yarısı “Buradalığa” inanarak çoktan bölünmüştür ama bölücüler hep diğerleriy”miş” gibi gösterilir.

 

İşte Heidegger’in Almanlar için düşündüğü  ve sadece Alman Nazilerinin  faydalandığı sahicilik jargonunu, Türkün tüm gerçek mutsuzluğunu gözardı ederek; “Yüce Türk Milleti” diyerek,  “Ne mutlu Türküm”diyerek, Türk milliyetçileri ve muhafazakarları Türkiye’ye uyguluyor. Toplumun gerçek yapısını, onun tüm farklı olasılık ve potensiyellerini inkar ederek, toplumun doğal yapısıyla uyumsuz, onu kötürümleştiren, içten içe bitiren ve gerçekleşmesi hiç mümkün olmayan, toplumsal gerçeklik denen şeyle uzaktan yakından hiç bir alakası olmayan bu milliyetçi, muhafazakar jargonlo Türkiye’ye en büyük kötülüğü bu Türk “sahiciler” yapıyor.

 

“Korkma” ama tedbiri de elden bırakma, her türlü çözümün demokratik ve özgürlükçü  olanını savun, milliyetçi ve dinci açılımlara fırsat verme, kurtuluş orada diyeceğiz ama kime?

 

Erkan Kurukavak

 

28.08.2025, Bad Segeberg

 

 

 

 
 
 

Yorumlar


Abonelik Formu

©2020, Herr tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page